Sultan II. Abdülhamid’e darbe yapan Jön Türk ve Ittihatçılar kime hizmet ettiler?

Bu bilgiler tamamen yabancı kaynaklardan elde edilmiştir.

Bu konuda Webster’in kitabında şunlar yazmaktadır:

“Jön Türk hareketi, Italyan Meşriki azamının direktifi altındaki Selanik Mason locaları tarafından başlatılmıştır ve aynı makam daha sonra M. Kemal’in başarıya ulaşmasında da yardımcı olmuştur. Dahası, Mason sisteminin beşiği olan Ortadoğuya yaklaşıldıkça yalnız Yahudiler’in değil, locaları yöneten diğer Sami ırkların etkisinin de arttığını görmekteyiz.”[1]

Friedrich Wichtl ise, 1900 yıllarında Fransız Maşriki azamının Abdülhamid’in devrilmesi gerektiğine karar verip, gelişmekte olan Jön Türk hareketini bu yöne çevirdiğini yazmaktadır.[2]

Bir başka yazar, “kesin olarak söyleyebiliriz ki, Türk Ihtilali, hemen hemen tümüyle bir Mason-Musevi komplosudur.” der.[3]

R. W. Seton – Watson gibi Ortadoğu konusunda çok önemli bir otorite bu konuda şunları kaydetmektedir:

“Hareketin asıl beyinleri Yahudi ya da Yahudi-müslümanlardı (Sabetayistler.)” Selanik’in zengin dönmelerinden ve Yahudileri’nden, Viyana, Budapeşte, Berlin (ve giderek belki de Paris ve Londra’nın) uluslararası kapitalistlerinden mali yardım görmekteydiler.”[4]

Macedonia Risorta’nın Üstad-ı Azamı olan ve Jön Türkler’e Mason localarında toplanmasını öneren Emmanuel Karasu Efendi, daha sonra Ittihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden biri olmuş, 1909′da Sultan Ikinci Abdülhamid’e tahttan indirildiğini bildirmeye giden heyete katılmış ve mebusluk yapmıştı. Meclis’te, diğer Yahudi mebuslar gibi her şeyden önce Türk olarak davranmaya dikkat etmişti. Türk Yahudilerin geleneksel tutumuydu bu ve anlaşılan Karasu Efendi de o sıralardaki birçok Türk gibi cepleri doldurmayı ihmal etmemişti.[5]

Başka bir kaynakta ise şu bilgiye rastlamaktayız:

“Gençler hareketi, bilhassa Makedonya’daki genç subaylar nezdinde gittikçe kuvvet buluyordu. Gizli teşkilatın başında bulunan Berlin askerî ateşesi Enver Bey ve kaymakam Niyazi Bey, 1876 yılında Midhat Paşa tarafından hazırlatılan Kanun-i Esasî’nin iadesini ilk hedef edinmişlerdir. Ittihad ve Terakki adlı cemi­yeti, başta Selanikli zenginler, bilhassa Dönmeler, para ile destekliyorlardı.”[6]

—– —– —– —– —–
KAYNAKLAR:
—– —– —– —– —–
[1] Nesta H. Webster, Secret Societies and Subversive Movements (Gizli Cemiyetler ve Yeraltı Faaliyetleri), Londra, Boswell 1928, sayfa 284.

[2] Friedrich Wichtl, Weltfreimaurerei, Weltrevolution, Weltrepublik, Eine Untersuchung über Ursprung und Endziele des Weltkrieges, (Dünya Masonluğu: Dünya Ihtilali: Dünya Cumhuriyeti: Dünya savaşının kaynağı ve hedefleri üzerine bir araştırma) 2. baskı, J.F. Lehmanns Verlag, Münih 1920 sayfa 105.

[3] The Cause of World Unrest, With an Introduction by the Editor of “The Morning Post”, Londra 1920, sayfa 143. Bu anonim kitap Morning Post gazetesinde yayınlanan bazı makalelerle Nesta Webster’in bazı yazılarını bir araya getiren bir derlemedir. Wichtl’den alınan hayli makale vardır.

[4] R. W. Seton-Watson, The Rise of Nationality in The Balkans, (Balkanlarda Milliyetçilik akımının uyanışı) Londra 1917, Constable, sayfa 134, 135.

[5] Henry Wickham Steed, Through Thirty Years 1892 – 1922, Garden City, N. Y. 1925, cild 1, sayfa 375, 376.

[6] Lazslo Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971, sayfa 252.

, , , , ,

1 Yorum

İsraillilerden Başörtülü Kadına Çirkin Saldırı

Bir grup İsrailli kız pazartesi öğlen saatlerinde Kudüs’te bir tren istasyonunda Filistinli bir kadını dövdü…

nrg.co.il adlı israil haber sitesine göre 100 kadar İsrailli erkek de hiçbirşey yapmadan ayakta dikilerek bunu izledi.

GÜVENLİK GÖREVLİLERİ GÜLEREK İZLEDİ

Saldırganlar kadının başörtüsünü de çıkardı. Dorit Yarden Dotan adlı bir görgü tanığı telefonuyla olayın fotoğraflarını çekti ve güvenlik görevlisinin bile “izleyip güldüğünü” söyledi.

Dotan “en basit ifadeyle korkunçtu” diye ekledi. Saatler sonra Kudüs’te 6 ay önce 20 kadar İşgalci İsrailli genç tarafından vahşice linç edilen ve sonrasında kimsenin ceza almadığı 20 yaşındaki Hasan Usruf olayını hatırlatmak için gösteri düzenlendi.

kaynak: habervaktim.com/haber/315183/israillilerden-basortulu-kadina-cirkin-saldiri.html

Şimdi en laik çağdaşınada sorsak veya en muhafazakarınada sorsak bu haberdeki olay çirkin ve aşağılık bir olaydır der. Ama asıl mevzu bu değil. Mevzu şu ki bu olaya “banane” diyen veya “sessiz kalmayı tercih eden” veya “ben karışmam israil ve Filistin arasında halletsin” diyen açık ve net bir şekilde İsrail’in yanında yer almaktadır. Yanınızda biri birini öldürürken hiçbirşey yapmazsanız o katilden ne farkınız kalır? Uyanın artık Müslümanlar.. İslam’a, Kur’an’a ve mazlumlara sahip çıkın  (!)

,

Yorum bırakın

Şimdi de Osmanlı’ya Dil Uzattı

PKK ve DHKP-C terör örgütleri lehine yaptığı açıklamalarla bilinen CHP’li Aygün, Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din olduğu iddiasını sürdürürken, Osmanlı’ya da dil uzattı. CHP Milletvekili, Osmanlı’nın Alevilere soykırım uyguladığını ileri sürdü.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Aleviliğin farklı bir inanç olduğu tezinden yola çıkarak Meclis’te cemevi açılması talebinde ısrarını sürdürüyor. TBMM Başkanlığı’nın ‘Alevilik bir din değil’ cevabı üzerine konuyu mahkemeye taşıyan Aygün, TBMM Başkanlığı’nın dava ile ilgili 2. savunmasına avukata aracılığıyla cevap verdi. Aygün’ün Avukatı Cihan Söylemez vasıtasıyla Ankara 6. İdare Mahkemesi Başkanlığı’na gönderdiği cevapta Osmanlı’nın Alevilere karşı soykırım uyguladığı tezlerine yer veriliyor.

TBMM Başkanlığı’nın mahkemeye yolladığı savunmada yer alan Osmanlı dönemine ait belgeler eleştirilerek, “Osmanlı’da Alevilerin ibadet hakkı bir yana yaşam hakları dahi yoktu.” iddialarına yer veriliyor. Osmanlı döneminin aşağılandığı cevapta, TBMM’nin de Osmanlı Devleti’nin Meclis-i Mebusan Başkanlığı gibi hareket ettiği öne sürülüyor. Cemevlerinin Alevi inancının gereklerinin yerine getirildiği yer olduğu belirtilen cevapta, Alevi inancına bağlı insanların ibadethane olarak cemevlerini kabul ettikleri kaydediliyor.

DİYANET: ALEVİLİĞİN AYRI İBADET YERİ OLAMAZ

Diyanet İşleri Başkanlığı, konu ile ilgili daha önce yaptığı açıklamada İslam’ın bir alt yorumu olan Aleviliğin, İslam’ın ortak ibadet yerleri olan cami ve mescitler dışında ayrı bir ibadet yerinin olamayacağı, cemevi ve benzeri yerlerin ibadet yeri kapsamında değerlendirilmesine imkân bulunmadığına dikkat çekiliyor. Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanunun Tatbik Suretini Gösterir Nizamname’de tarif edilen mabet kavramına göre İslam dininin usulüne göre açılmış cami ve mescit haricindeki yerlerin ibadet yeri olarak kabulünün mümkün olmadığına dikkat çekilen açıklamada, Aleviliğin önemli isimlerinden Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi’nde ibadethane olarak bir cemevi değil, cami bulunduğuna vurgu yapılıyor.

YARGITAY: CEMEVİ İBADETHANE DEĞİL

Yargıtay da daha önce cemevlerinin ibadethane yeri olarak kabul edilemeyeceğine karar vermişti. Yargıtay 7’nci Hukuk Dairesi, cemevinin ibadethane yeri olduğu yönündeki tüzüğünü değiştirmemekte ısrar eden Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği’nin kapatılması gerektiğine hükmetmişti. Daire kararında; Anayasa ile diğer mevzuat hükümlerini hatırlattıktan sonra İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulduğunu hatırlatmıştı. Daire kararında; kanunda yer alan, cami ve mescitlerin başkanlığın izni ile ibadete açılacağı ve yönetileceği, hakiki ve hükmü şahıslar tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin yönetiminin 3 ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredileceğinin altını çizilmişti. Yerel mahkemenin Yargıtay’ın bozma kararına diretmesi sonucu şimdi dava ile ilgili son sözü Yargıtay Hukuk Genel Kurulu söyleyecek.

“RUMLARA ETNİK TEMİZLİK” İDDİASI

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, Meclis’te cemevi açılması talebini TBMM Başkanlığı Aleviliğin bir din olmadığı, İslam’ın bir alt yorumu olduğu gerekçesiyle reddetmiş; Aygün de Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne dava açmıştı.
Şimdi de Osmanlı’ya dil uzatan CHP’li Aygün, PKK ve DHKP-C terör örgütleri lehine yaptığı açıklamalarla biliniyor. Aygün, geçtiğimiz günlerde de “Kurtuluş Savaşı Rumlara etnik temizliktir” demişti.

http://www.habervaktim.com/haber/312225/simdi-de-osmanliya-dil-uzatti.html

Tarihe zerre kadar ilgisi olan ve az biraz tarih bilgisi olan herkes bilir ki. Dersim katliamı CHP iktidarında, Osmanlı düşmanları kontrolünde bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından yaptırılmıştır. Haberdeki insan görünümlü canlı türünün nasıl bir gafletin içinde olduğu aşikardır.

Yorum bırakın

Bahadıroğlu: Şehzadeler Öldürülmeseydi…

Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, son zamanlarda çokça konuşulan Osmanlı’da şehzadelerin öldürülmesi konusunda çarpıcı açıklamalarda bulundu…

Marmara Belediyeler Birliği tarafından gerçekleştirilen “Osmanlı’da Eğitim Sistemi: Enderun ve Harem” konulu seminere katılan Tarihçi-Yazar Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı Devleti’nde şehzadelerin öldürülmesinin devlet yararına yapıldığını belirterek, “Şehzade yaşarsa, devlet bölünecektir” dedi.

Marmara Belediyeler Birliği tarafından düzenlenen “Osmanlı’da Eğitim Sistemi: Enderun ve Harem” konulu seminere konuşmacı olarak katılan ünlü Tarihçi-Yazar Yavuz Bahadıroğlu Osmanlı’nın eğitim hayatından harem hayatına kadar bilinmeyenleri ve televizyon programları tarafından saptırılan gerçekleri anlattı.

“KANUNİ ZAMANINDA KÖYLERDE İLKOKULLAR ÇOK YAYGINDI”

“Osmanlı bir sistemler manzumesidir” diyen Bahadıroğlu, Osmanlı’nın çok iyi bir eğitim sistemine sahip olduğunu belirterek, “Çok iyi bir sistem kurmuştur. Bunu sadece Cumhuriyet Türkiye’sinin öğrenecekleri yok. Amerika’nın da Avrupa’nın da bundan öğreneceği çok şey var. Kanuni döneminde ilkokullar köylere kadar yaygındır. Bunu da Fransız alimlerden biri şöyle söylüyor; ‘Her köyde mutlaka bir mektep vardır. Yalnızca erkek çocukları değil, kızlar da okumaktadır. Kanuni sonrasında İstanbul’da 2 bin civarında okul var. O zamanki İstanbul’un nüfusunun 200 bin civarında olduğunu unutmayalım” dedi.

BALTACI MEHMET PAŞA, NASIL SADRAZAMLIĞA YÜKSELDİ?

Osmanlı’da Enderun sistemini anlatan Yavuz Bahadıroğlu, Enderun, devlet adamı yetiştirmek üzere kurulmuş bir eğitim sistemi. Osmanlı’da eğitime büyük önem verilirdi. Göreve getirilecek kişinin geçmişine aldırılmaz, liyakatine bakılırdı. Bunun en güzel örneği de Baltacı Mehmet Paşa’ydı. Odun kesme görevlisi olarak girdiği sarayda, Sadrazamlığa yükselmiştir. Devlet, anne ve baba, okul, öğretmen güvenilir olacak. Güvenilir olacak ki, çocuk onlara dayanacak ve kendinin bir kalenin içinde hissedecek. Böylelikle başarıya ulaşacak” şeklinde konuştu.

Bahadıroğlu, “Osmanlı beş konuda özgürlüklere büyük önem verirdi. İnanç, İbadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü, özellikle Kanuni döneminde zirve yaptı. Yine Kanuni döneminde Hıristiyan ve Musevilere sayısız haklar verildi. Hoşgörü sahibiyken, Avrupa’dan hor görüyü öğrendik” diye konuştu.

“HAREM FİLMDEKİ GİBİ YOLGEÇEN HANI DEĞİLDİR”

Haremin kelime anlamı olarak ‘yasak bölge’ anlamına geldiğini belirten tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, “Haremi gezenler bilir zaten loş bir mekandır. Pencereleri küçüktür. Az güneş gördüğünden harem halkının benzi biraz sarı olurdu. Çok keyifli bir yer değildi. Fatih kanunnamesine göre Osmanlı padişahları haftada sadece 2 gece hareme gidebiliyorlardı. Devlet adamına eğitimli eş lazım. Bunu da harem halleder. Hareme erkek giremez. Filmde gördüğünüz gibi yolgeçen hanı değildir” dedi.

YAVUZ BAHADIROĞLU’NDAN “MUHTEŞEM ELEŞTİRİLER”

Hürrem Sultan’ın dizilerdeki gibi kıyafetler giymesinin tamamen Batı kaynaklı hayal ürünü olduğunu vurgulayan Bahadıroğlu, “Dini inançları bir tarafa bırakın sarayda dekolte gezmek, ince giyinmek mümkün değildi. Duvarlar bir soğudu mu Ağustos sonuna kadar ısınmıyordu. Hürrem filmdeki gibi giyineceğim deseydi 2 ay içinde zatürre olurdu. O dönemlerde masa diye bir şey yoktu ki. Divan katipleri dizlerinin üzerinde yazıyorlar. Kanuninin önüne masa koydunuz, döner sandalye de koydunuz. Bir de laptop koyun da çağdaş Kanuni olsun” dedi. Hürrem Sultan’ın zehir şişesiyle gezdiği imajının da asılsız olduğunu belirten Bahadıroğlu, 600 senelik Osmanlı hayatında zehirlenerek ölen hiç kimsenin olmadığını söyledi.

ŞEHZADELER ÖLDÜRÜLMESEYDİ OSMANLI ÇÖKERDİ

Bahadıroğlu, sözlerinin sonunda, “Hürrem Sultan çok zeki bir kadındı ve Kanuni’yi etkilerdi. Ancak unutmayalım ki her kadın kocasını etkiler. Devlet sınırının başladığı yerde ise kadının sözü biter. Devleti korumak için kendi evladını öldürmeyi ve bunun vebalini göze alan bir padişahın, eşinin sözüyle hareket ettiğini nasıl söyleyebiliriz? Şehzadelerin öldürülmesiyle ilgili de bilinçli dezenformasyon yapıldığını düşünüyorum. Osmanlı tarihinde bazı şehzadelerin öldürüldüğü doğrudur. Şehzadeler öldürülmeseydi devlet bölünürdü ve Osmanlı İmparatorluğu beş senede çökerdi” diye konuştu.

habervaktim.com/haber/280830/bahadiroglu-sehzadeler-oldurulmeseydi.html

,

3 Yorum

“Putlara tapmayın, Allah’a tapın!”

O an…

10 kasım 1994 tarihinde Mahmut Kaçar isimli bir vatandaş, Anıtkabir’de Atatürk’ü Anma Töreni’nde protokolün hazır bulunduğu bir sırada Süleyman Demirel’in karşısında elindeki Kuran-ı Kerim’i havaya kaldırıp ”putlara tapmayın, Allah’a tapın” çağrısında bulundu.

1 Yorum

Büyüklere Masallar: Araplar Osmanlı’ya İhanet Etti

Türklere 80 yıldır anlatılan bir masalı tekrar ediyor. Bu masal, “Araplar ve diğer ‘Müslü
man kardeşleriniz’ I. Dünya Savaşı’nda sizi sattı” diye başlar ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diye de noktalanır. Türk’ün özellikle de Müslüman dostu yoktur…

Masal budur. Peki, gerçek nedir?

Gerçek şudur: Osmanlı’nın çöküş döneminde Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında gerçekten isyanlar baş göstermişse de, bu unsurların bir bütün olarak “ihanet ettikleri” kesinlikle söylenemez. Hatta Araplar söz konusu olduğunda, Osmanlı’ya isyan edenlerin küçük bir azınlık olduğunu, buna karşılık Arap kabilelerinin çoğunun Osmanlılık ve Müslümanlık bağıyla İstanbul’a sadakat gösterdiklerini söyleyebiliriz.

Kürtler ise, daha da belirgin bir sadakatle önce Osmanlı İmparatorluğu’nu ardından da Milli Mücadele’yi desteklemişler ve Müslümanlık bağının getirdiği “kardeşlik” ten asla taviz vermemişlerdir. Ankara’nın kendisi bundan taviz verene kadar…

“Kürtler Nereye? Türkiye’nin Kürt Sorununun Geçmişi, Bugünü ve Geleceği” isimli kitabımda, bu konuyu detaylı olarak inceliyorum. Burada, o kitabın ilgili bölümünden kısa bir pasaj aktarmakta yarar gördüm:

“Araplar” Osmanlı’yı Arkadan Vurdu mu?

Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in İngilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların ihaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:

“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916′da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.

‘Asıl cephe’, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”(1)

Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil İşbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, söz konusu kuruluşun sitesinde şöyle vurgulanıyor:

“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. [Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden] Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.”
Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Dr. Zekeriya Kurşun’ un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.” (2)

Arap Milliyetçiliğinin Öncüsü Hıristiyan Araplardı

Üstteki hakikati teslim etmekle birlikte, Arap milliyetçiliğinin Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinden daha önce geliştiğini belirtmek gerekir. Arap milliyetçiliği, 1860′larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların İslam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu.

Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilafet’e bağlılık duygusu vardı. (3) Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı” olmadığına dikkat çekerek şöyle demektedir:

“Görülüyor ki Arapların ‘milli’ hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı.(4)

Abdülhamid’in Bilgeliği

İngiliz tarihçi Peter Mansfield’e göre, Osmanlı’daki Arap milliyetçiliğinin sınırlı kalmasının iki nedeni vardı: “Birincisi, bu Avrupa kökenli milliyetçilik fikirlerinin bu yerlere (henüz) işlememiş olması; ikincisi de, Sultan II. Abdülhamid’in İmparatorluğun elinde kalanını bir arada tutmak için uyguladığı başarılı ve kurnazca yöntemlerdi.”(5)

Tarihçi Zekeriya Kurşun da “Abdülhamid’in saltanatı boyunca Arap milliyetçiliğinin… önceki hızını kaybettiğine” dikkat çeker ve “Abdülhamid, Arap milliyetçiliğinin harekete geçmesini geciktirmiştir” yorumunu yapar.(6)

Sultan Abdülhamid’in politikasının temeli, 19. yüzyılda hâlâ devam eden dini bağlılık ve geleneksel siyasi sadakat faktörünü canlandırarak Osmanlı devletini ve ülke bütünlüğünü kurtarmaktı. Kürtler arasında kurulan Hamidiye Alayları bu büyük siyasetin uygulamalarından biriydi. Sultan, alaylar yoluyla “Kürtlerin babası” olarak anıldığı gibi, Arapların da hamisi oldu. Abdülhamid, uyruğundaki Arapların kalbini kazanmak için Arap ülkelerindeki dinsel kuruluşlara, tarihi camilerin onarım ve süsleme işlerine önemli bir fon ayırmış çevresindeki danışmanları arasında Arap düşünürlerine her zaman iyi davranmış, değer vermişti. Bedevi Şeyhlerinin çocuklarını eğitmek için özel okullar açmış, bu yolla onlara Osmanlılık bilinci aşılamıştı. Bu politikanın siyasi meyvelerini de almıştı. Örneğin Peter Mansfield’a göre:

“1904′te Osmanlı Padişahı Sina üzerinde hak iddia ettiğinde, Mısırlı milliyetçi lider Mustafa Kamil, İslamcılık ruhu içinde, onun yanında ve Mısır’ın çıkarlarını savunan Lord Cromer’in karşısında yer almıştır.” (7)

Kurtuluş Savaşı’nda da ne kitlesel bir “Arap ihaneti” ne de “Kürt ihaneti” yaşandı. Aksine Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nı canla başla desteklediler. Mustafa Kemal Paşa, “Müslüman kardeşliği” temasına dayalı propagandasıyla onları kazandı.

Murat Bardakçı’nın sözünü ettiği Şeyh Said isyanı ise, ancak Kurtuluş Savaşı’nın bitmesi ve “Müslüman kardeşliği” temasının hızla yok olup, yerine “herkes Türk’tür” anlayışının belirmeye başlamasından sonra patlak verdi…

Kısacası yakın tarihimiz, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” anlayışını doğrulayacak şekilde gelişmedi.

Kaynaklar, dipnotlar:

1) Cengiz Çandar, “Sharon’cu Vicdansızlar-Filistin Yalanları”, Yeni Şafak, 5 Nisan 2002
2) Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi, İstanbul. 1992, s. 153
3) Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 379
4) Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s. 594
5) Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 30
6) Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, s. 30
7) Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, s. 29; Peter Mansfield, The British in Egypt, Londra, 1971, s. 164-165

, ,

Yorum bırakın

Atatürk’ün Son Günleri ve Ölümü

Atatürk, 1937 Başından İtibaren Çeşitli Rahatsızlıklar Duymaya Başlamıştı. Yüzü Solmuş, Sinir Dengesi Bozulmuştu. İştahsız Ve Halsizdi. Burnu Kanıyor, Vücudu Kaşınıp Yer Yer Kabarıyordu.

Bizim Doktorlar Teşhis Koyamamışlardı. Her Ne Kadar, “Beni Türk Doktorlarına Emanet Ediniz” Demişse De, Başbakan Celal Bayar’ın Teklifi Üzerine, Fransız Doktor Fissenger’in Çağrılm
asına Razı Oldu.

28 Mart 1938’de Ankara’ya Gelen Profesör Fissenger, Hastasını Muayeneden Geçirdi. Durum İyi Değildi. Deniz Havası Önerdi. Bunun Üzerine Atatürk İstanbul’a Nakledildi Ve 1 Milyon 250 Bin Dolar’a (Bu Miktar, Satın Alma Paritesi Açısından, Bugünkü Parayla Yaklaşık 30 Milyon TL’ye Eşdeğerdir) Satın Alınan Savarona Yatı Emrine Tahsis Edildi. Fakat Sadece Altı Hafta Kullanabilecekti.

Hastalık İlerliyor, Karnı Sürekli Su Topluyordu. Fissenger Bu Kez İstanbul’a Çağrıldı. Atatürk’ün Karnında Toplanan Su Alındı. Belli Bir Süre Rahatladıysa Da Tekrar Karnı Su Toplamaya Başladı. Bu Kez Viyana’dan Dr. Eppinger’le Almanya’dan Dr. Bergmann Çağrıldı. “Siroz” Teşhisi Kondu.

8 Kasım 1938 Günü Atatürk’ün Hastalığı Arttı. Bu Sırada Başında Yaver Hasan Rıza Bey (Soyak) Vardı. Ona Bakarak Birkaç Kez Saatin Kaç Olduğunu Sordu. Odaya Dr. Neşet Ömer Bey Girdi. Muayene Etmeye Başladı. Bir Ara “Dilinizi Göreyim Efendim” Diye Seslendi. Atatürk Dilini Yarıya Kadar Çıkardı. Neşet Ömer Bey, “Biraz Daha Uzatınız Efendim” Diye Seslenince, Atatürk, “Ve Aleykümselam” Dedi, Gözlerini Kapattı. Bu Son Sözleri Oldu, Bir Daha Komadan Çıkamadı.

Bazı İddialara Göre Atatürk Gece Ölmüş, Fakat Gecenin Bir Vakti Milleti Saygı Duruşuna Kaldırmak Mümkün Olmayacağından, Celal Bayar’ın İsteği Doğrultusunda, Resmi Ölüm Saati Olarak 09.05 Belirlenmişti.

Cenazeye Otopsi Yapılmadı. Sadece, Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi Patolojik Anatomi Profesörü Prof. Lütfi Aksu Tarafından Tahnit Edildi, Özel Bir Tabuta Yerleştirildi Ve Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonunda Katafalka Konuldu.

Cenaze Orada Dururken, Yönetenler Atatürk’ün Cenaze Namazını Tartışıyordu: Kılınmalı Mıydı, Kılınmamalı Mıydı? İkiye Bölündüler. Kimisi Atatürk’ün Farklı Bir İnanca Sahip Olduğunu Söylüyor, Cenaze Namazına Karşı Çıkıyordu. Kimisi Kılınması Gerektiğini Savunuyordu.

O Sırada Atatürk’ün Kızkardeşi Makbule Hanım’dan, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a Bir Telefon Geldi: Aile, Dini Merasimin Eksiksiz Yapılmasını İstiyordu. Ama Bu Kez De, “Laik Cumhurbaşkanı’nın Cenazesi Camiden Kalkmamalı” Diyenler Devreye Girmişti…

Sonunda Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Şerafettin Yaltkaya Devreye Girdi: Namazın Herhangi Bir Yerde Kılınabileceğini Söyledi. Böylece Atatürk’ün Cenaze Namazı 19 Kasım 1938 Sabahı Saat Sekizi On Geçe Dolmabahçe’de, Yaltkaya’nın İmamlığında Kılındı. Tekbirler “Allahu Ekber” Yerine Türkçe “Tanrı Uludur” Sözleriyle Başladı, “Esselâmu Aleyküm” Selamı Yerine, Yine Türkçe “Esenlik Üzerinize Olsun” Diye Bitirildi.

Cemaat Nöbetçilerden, Müstahdemlerden, Nöbet Bekleyen Generallerden, Kısacası O Sırada Sarayda Bulunanlardan Oluşmuştu.

Tam Dört Dakika Süren Namazdan Sonra Tabut Generaller Tarafından Sarayın Avlusuna Çıkartılıp Top Arabasına Yerleştirildi Ve Sarayburnu’na Götürüldü. Yavuz Zırhlısı’na Yüklenip Önce İzmit’e Oradan Da Trenle Ankara’ya Ulaştırıldı.

21 Kasım 1938’de Etnoğrafya Müzesi’ndeki Katafalka Kondu. Nihayet 31 Mart 1939 Cuma Günü Saat 14.00’te Etnoğrafya Müzesi’nde Hazırlanan Geçici Kabrine Defnedildi.

1944’te Başlatılan Anıtkabir İnşaatı, Ancak 1953’te Bitmişti. Atatürk Geçici Kabrinden 10 Kasım 1953’te Alındı, Anıtkabir’de Tekrar Toprağa Verildi.

Her 10 Kasım Sabahı, Matem Gününe Uygun Olmadığı İçin, Beyaz Yakalığı Çıkarılmış Siyah Önlüğünün İçinde Üşürken Somurtan Çocuğu Hatırlarım.

Somurturdu, Çünkü Başöğretmen Hikmet Bey, 10 Kasım’larda, Öğrencilerine Gülmeyi Yasaklamıştı.

Yeni Akit / Yavuz Bahadıroğlu

Yorum bırakın

Atatürk 10 Kasım’da ölmedi 9’u 5 geçe ise yalan

Neden 9’u 5 geçe hemen söyleyelim :

Çünkü 9 da bütün devlet daireleri okullar vs açılmış olacak,
5 dk içinde herkes toplanmış olup,
Aynı anda puta tapar gibi ayakta olacak…
Bu kadar basit !

Bakın Engin Ardıç’ın yazısına nasıl da özetliyor bu milletin keklendiği durumu:
(Unutmayın ki bilgi olmadan fikir oluşmaz,duyarsız kalma)

MUSTAFA KAMAL 10 KASIM’DA ÖLMEDİ!

Sabah yazarı Ardıç bu iddiaları köşesine taşıdı: Atatürk 10 Kasım’da ve saat 09.05’te ölmedi..
Atatürk’ün ölümüyle ilgili iddiaları köşesine taşıyan Sabah Gazetesi yazarı Engin Ardıç, ‘Atatürk’ün açıklandığı ve hep anıldığı şekilde saat 9’u 5 geçe değil, sabah 7 sularında öldüğünü, okulların ve resmi dairelerin mesai saati başlangıcına denk getirilmesi ve böylece törenlere katılımın kolaylaştırılması amacıyla kamuoyuna 9’u 5 geçe olarak bildirildiğini duymuştuk’ diye yazdı. Ardıç bu iddialarını da Latife Hanım’ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke’nin kitabına dayandırıyor..

İşte Ardıç’ın bugünkü o yazısı

Atatürk 9 Kasım’da mı öldü?

Siz Muammer Kaddafi’yle uğraşadurun, benim önümde çok daha ilginç bir konu var. “Profesyonel” açıdan daha uygun düşerdi ama kasım ayını bekleyemeyeceğim, kimse kusura bakmasın.

ATATÜRK İÇİMİZDE YAŞIYOR DİYENLER OKUMASIN

Latife Hanım’ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke, Atatürk’ün 9 Kasım’da öldüğünü söylemiş. (“Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor” diyecekler bu yazıyı hiç zahmet edip okumasınlar.) Sayın Öke 44 yaşında. Bu iddia, birinci elden tanıklık değil, aile içinde konuşulanlardan ve herhalde Latife Hanım’ın kızkardeşi, anneannesi Vecihe Hanım’dan duyduğu bir şey…
Dört ay önce yayınlanan çarpıcı bir kitabı fırsat bulup da ancak okuyabildim:
“Teyzem Latife”… Yazar Fatih Bayhan’ın Mehmet Sadık Öke’yle yaptığı bir”nehir-söyleşi”… Bu tür kitaplar, çok rahat ve hızlı okundukları için son yıllarda çok moda.

ATATÜRK’ÜN BOŞANMA SÜRECİ

Öke, Atatürk’ün Latife Hanım’la evliliği ve boşanması konusuna birçok müthiş ayrıntı getirmiş.
Örneğin Fikriye Hanım’ın intihar etmediğini, Rusuhi Bey tarafından vurulduğunu buradan öğrenebilirsiniz. (Fikriye Hanım, terkedilmenin acısıyla, hem Atatürk’ü hem eşini vurmaya gelmiş Çankaya’ya, önlemişler.) Daha başka Çankaya dedikodularına hiç girmeyelim: “Bir süre köşkte kalan” dansöz Refet Süreyya Hanım (Fahrettin Altay’ın hatıralarında varmış)… Kadın kılığına girerek dans eden garson Saip…
Bir de Fransız şarkıcı Yvonne Vincent olacaktı yahu, Refii Cevat’ın (Ulunay) yazdığı…

ATATÜRK 10 KASIM’DA DEĞİL 9 KASIM’DA ÖLDÜ

Geçelim bunları. Sayın Öke, Atatürk’ün sanıldığı ve hep bilindiği gibi 10 Kasım’da değil, 9 Kasım’da öldüğünü, “son bir hafta boyunca süren pazarlıkların son gün yoğunlaşarak anlaşmaya varılması üzerine 10 Kasım’da vefatın ilan edildiğini” söylüyor.
Cumhuriyetin “taht kavgası” olsa gerek.
Doğru mudur bu? “Tabii bilirsiniz” diye başlamış sözüne, söyleşinin o bölümünde.
Hayır, bilmeyiz.
Biz de bilmedikten sonra, halk ne halt etsin?
Gerçi, “Atatürk’ün açıklandığı ve hep anıldığı şekilde saat 9’u 5 geçe değil, sabah 7 sularında öldüğünü, okulların ve resmi dairelerin mesai saati başlangıcına denk getirilmesi ve böylece törenlere katılımın kolaylaştırılması amacıyla kamuoyuna 9’u 5 geçe olarak bildirildiğini” duymuştuk ama…
Bunu ortaya atan da Çetin Altan olmuştu hatırladığımız kadarıyla, pek üstünde durulmamıştı…

NE TÜR REZİLLİKLER DÖNMÜŞ DOLMABAHÇE SARAYINDA

Fakat 9 Kasım… Hayır, bilmiyorduk.
Diyeceksiniz ki, Atatürk 9 Kasım’da ölse ne farkeder, 6 Kasım’da ölse ne değişir?
Saat sekiz çeyrekte ölse ne olacak, on buçukta ölse ne yazacak?
Mesele bu değildir.
Ne tür rezillikler dönmüş o Dolmabahçe Sarayı’nda?
Nasıl gözümüzün içine baka baka yalan söylerler ve yetmiş yıl kimse ağzını açmaz? Nasıl kandırılır kuşaklar boyunca bu ülkenin vatandaşları?
Bu memleketin, bu rejimin her şeyi mi yalan dolan ve sansür üzerine kuruludur?
Hani “Kürt” diye de kimse yoktu ya, onun gibi… Hani ele geçirilen roketatarlar da su borusuydu ya, onun gibi…
Eski genelkurmay başkanı suçlamıştı ya, “alternatif tarih yaratmaya çalışıyorlar” diye, kimlerdir bunlar?

ERGİN ARDIÇ / SABAH

, , ,

Yorum bırakın

Fazıl Say sövecek de, biz susacak mıyız?

Hi­ka­ye­yi bi­lir­si­niz…Vakt-i za­ma­nın­da, şe­hir­ler­den bir şe­hir­de “kü­für­baz” bir adam ya­şar­mış… Ne yap­tı­lar, ne et­ti­ler­se, ada­mı “küf­ret­me” alış­kan­lı­ğın­dan bir tür­lü vaz­ge­çi­re­me­miş­ler.

 

En so­nun­daBir “tek­ke”ye git­me­si­ni is­te­miş­ler… Ora­da, alim bir zat var­mış…
Adam da, “söv­gü” alış­kan­lı­ğın­dan ra­hat­sız ya, git­miş “tek­ke”ye, “şeyh” efen­di­nin em­ri­ne ama­de ol­muş…

De­miş ki şeyh efen­di­ye;

“Böy­ley­ken böy­le… Ben, bu hu­yum­dan kur­tul­mak is­ti­yo­rum…

Em­ri­niz­de­yim.”

Şeyh efen­di bak­mış; adam ger­çek­ten sa­mi­mi… Ni­ye­ti ha­lis… Ge­ri çe­vir­mek ol­maz…

“Mü­rit”ler­den bi­ri­ne ses­le­nip, “bir avuç bak­la” ge­tirt­miş…

Bun­la­rı oku­yup üf­le­dik­ten son­ra, ye­ni der­vi­şe ver­miş ve şu tem­bi­hat­ta bu­lun­muş;

“Şim­di bu bak­la ta­ne­le­ri­ni al… Bi­ri­ni di­li­nin al­tı­na, di­ğer­le­ri­ni ce­bi­ne koy… Ko­nuş­mak is­te­di­ğin va­kit bak­la di­li­ne ta­kı­la­cak, sen de kü­für et­me­me is­te­ği­ni ha­tır­la­yıp o an­da söy­le­ye­ce­ğin kü­für­den vaz­ge­çe­cek­sin… Bak­la ağ­zın­da ıs­la­nıp da eri­me­ye baş­la­yın­ca, ce­bin­den ye­ni bir bak­la­yı di­li­nin al­tı­na yer­leş­ti­rir­sin.”

Adam­ca­ğız, de­ni­le­ni ay­nen yap­ma­ya, do­la­yı­sıy­la ken­di­ni kont­rol et­me­ye baş­la­mış..

Ta­biî, şeyh de “bak­la”yı ver­mek­le kal­ma­mış… Ada­mı, he­men he­men her git­ti­ği ye­re gö­tür­me­ye baş­la­mış…

Ya­ni, çif­te kont­rol…

Gün­ler­den bir gün, yi­ne yo­la çık­mış­lar…

Ama o da ne?..

Ha­va öy­le bir yağ­mur­lu ki, yağ­mur “bar­dak­tan bo­şa­nır­ca­sı­na” ya­ğı­yor.

“Sı­rıl­sık­lam” va­zi­yet­te bir so­kak­tan ge­çer­ler­ken, bir evin pen­ce­re­si hız­la açıl­mış ve bir kız ço­cu­ğu ba­şı­nı uza­ta­rak; “Şeyh efen­di, bi­raz du­rur mu­sun?” de­miş ve ay­nı hız­la pen­ce­re­yi ka­pat­mış…

Şeyh efen­di ve mü­rit­le­ri “hayırdır inşallah” deyip bek­le­me­ye baş­la­mış­lar.

De­dik ya;

Yağ­mur, bar­dak­tan bo­şa­nır­ca­sı­na yağ­ma­ya de­vam edi­yor…

Şu işe ba­kın ki;

Sı­ğı­nı­la­cak bir sa­çak al­tı da yok…

Kız ço­cu­ğu ise git­miş, ge­le­ce­ği yok!..

Üzer­le­rin­de­ki el­bi­se­ler­de bir mi­lim bi­le ku­ru yer kal­ma­dı­ğı es­na­da, kız ço­cu­ğu tek­rar pen­ce­re­ye çık­mış ve de­miş ki;

“Şeyh efen­di, bir­kaç da­ki­ka da­ha bek­le­ye­bi­lir mi­si­niz?”

Şeyh efen­di; için­den “la­hav­le” çek­se de de­ni­le­ni yap­ma­mak “ta­ri­kat ada­bı”na mu­ga­yir ol­du­ğun­dan bi­raz da­ha bek­le­me­yi gö­ze al­mış… O sı­ra­da, kü­für­baz der­viş de ken­di ken­di­ne söy­len­me­ye baş­la­mış… Yağ­mu­run şid­de­ti git­tik­çe art­mak­ta, bi­zim­ki­ler de ilik­le­ri­ne ka­dar ıs­lan­mak­ta­dır­lar.

Ni­ha­yet pen­ce­re üçün­cü de­fa açıl­mış ve kız ses­len­miş;

“Ar­tık gi­de­bi­lir­si­niz!”

Şeyh efen­di me­rak et­miş ve sor­muş;

“İyi de ev­la­dım; bir şey yok ise bi­zi ni­çin bek­let­tin?”

“Efen­dim, de­miş kız;

El­bet­te bir şey var, si­zi se­bep­siz ye­re bek­let­miş de­ği­liz… Ta­vuk­la­rı­mı­zı ku­luç­ka­ya ya­tı­rı­yor­duk… Yu­mur­ta­la­rı ta­vu­ğun al­tı­na ko­yar­ken bir ka­vuk­lu­nun te­pe­si­ne ba­kı­lır­sa pi­liç­ler de te­pe­li olur, ho­roz çı­kar­mış… An­nem si­zi ge­çer­ken gör­dü de yu­mur­ta­la­rı ku­luç­ka­ya koy­du! Onun için bek­let­tik si­zi!..”

Mü­na­se­bet­siz­li­ğin bu de­re­ce­si üze­ri­ne şeyh efen­di;

“Ulan der­viş” de­miş;

“Çı­kar ağ­zın­dan bak­la­yı!..”

BAK­LA, BAK­LA, GEL DE SAK­LA!

Ma­lûm;

Be­nim için de “kü­für­baz ya­zar” di­yor­lar… Di­ye di­ye, adı­mı “kü­für­baz ya­zar”a çı­kart­tı­lar.

Haa, şi­ka­yet­çi mi­yim?.. Yazının devamını oku »

Yorum bırakın

Şeriata karşıyım ne demek?

ALLAH’a karşıyım demek.
ALLAH’ın emirlerine, kanunlarına, buyruklarına ben karşıyım.
Sen kimsin yahu, ALLAH’ın yarattığı bi aciz mahluksun!
Sen ALLAH’ a nasıl karşı gelirsin.
İçki içmeyin demiş içiyor bak karşı geliyor doğru,
ALLAH’ a karşı geliyor , zina etmeyin demiş zina yapıyor bak doğru karşı geliyor.
Hem de istemiyor sen diyorsun ki yasak olsun bu işler, Hayır yasak olmasın diyor,
Doğru o doğru ama sana ne oluyor sen müslümanım demiyormusun
Elhamdülillah ben müslümanım demiyormusun sana ne oluyor elbette ingiliz şeriata karşı olacak,
Elbette rum şeriata karşı olacak, elbette sırp şeriata,
Kurana, islama karşı olacak, elbette rus şeriata karşı olacak bazıları gene aklı başında olanlar imana gelebiliyor.
Peki sen müslüman oğlu müslüman sana ne oluyor sen onlara ne uyuyorsun sen kafirmisin,
Müşrikmisin, sırpmısın, rusmusun,ingilizmisin, amerikalımısın sen kurana nasıl düşman olursun , sen ALLAH’a nasıl düşman olursun .

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hocaefendi

Yorum bırakın

Manidar Cevap

İngiliz Büyükelçisi, eski Türk evlerinin dış duvarlarına asılan “Ya Hafiz” (Muhafaza Eden Rabbimiz) levhalarını görünce merakından Keçecizade Fuad Paşaya bunların ne olduğunu sormuş.

Fuad Paşa İngiliz’in tam anlayacağı dille cevap vermiş.

– O gördükleriniz, Osmanlı Sigorta Şirketinin levhalarıdır.

Yorum bırakın

Tarihçi Mehmet Ö. Alkan: Atatürk dini kullandı

Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Tarih Ana Bilim Dalı Başkanı olan tarihçi Mehmet Ö. Alkan ile yaptığı röportajdan:

NEŞE DÜZEL: Birinci Meclis dualarla açılıyor. Atatürk neden Birinci Meclis’i camide dualar ederek açtı?

– MEHMET Ö. ALKAN: Cuma namazından sonra, dualarla açıldı Meclis. Zaten 1925′e dek Mustafa Kemal’in konuşmalarında hep İslam yer alır. Çünkü din, aynı zamanda iktidarı meşrulaştırmanın çok iyi bir aracıdır. Şu unutulmamalı, Mustafa Kemal çok iyi bir siyasetçi. Toplumun Osmanlı’dan beri dinî söyleme çok alışık olduğunu biliyor. Oysa o, Mustafa isminden de hoşlanmıyor.

NEŞE DÜZEL: Neden hoşlanmıyor?

– MEHMET Ö. ALKAN: Peygamber’in ismi de Mustafa aynı zamanda. Muhammed Mustafa (Allahümme salli ala seyyidina Muhammed ve ala ali seyyidina Muhammed)…

Mustafa Kemal’in en erken aktardığı, hepimizin bildiği bir anısı vardır. Öğretmeni, “Senin adın Mustafa, benim adım Mustafa, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” der. Sizce bir öğretmenin verdiği isim kayıtlara nasıl geçer? O, bu ismi, M. Kemal olarak Harbiye’den itibaren kullanmaya başlıyor. Çünkü Mustafa ailesinin verdiği isim. Gazi Paşa ise ikinci kez evlendiği için anneye tepkili. Askerî okulda yatılı okuyor. Ve Milli Mücadele’ye kadar ismini M. Kemal diye kullanıyor. Ama Milli Mücadele’yle birlikte ismini “Mustafa” Kemal olarak kullanmaya başlıyor.

NEŞE DÜZEL: Niye?

– MEHMET Ö. ALKAN: Milli Mücadele’ye İslami bir destek ve meşrulaştırma arandığı çok açık. Milli Mücadele’nin en baştan beri tezi, bunun kısmen dinî bir savaş olduğudur. İlk baştan itibaren, “Biz Hilafet’i, Saltanat’ı ve Başkent’i kurtaracağız” denmiştir.(…)

Gazi Paşa’nın, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ismini kullanmasına tekrar dönersek…

Bunu yaparak, toplumun din hassasiyetini dikkate alıyor. Daha sonra nüfus kâğıdında ise “Mustafa ismini atıyor” artık Kemal Atatürk oluyor.

NEŞE DÜZEL: Peki, Atatürk ismini ona kim veriyor?

– MEHMET Ö. ALKAN: Atatürk ismini de kendisi seçiyor. “Ona, Atatürk ismini Meclis verdi” denir. Bu teknik olarak doğrudur ama Çankaya’daki sofraya soyadı Türk atası mı olsun yoksa Atatürk mü olsun önerisini kendisi getiriyor. “Atatürk olsun” diyorlar ve durumdan vazife çıkartılıp bu bir kanun haline getiriliyor.

KAYNAK: Taraf Gazetesi, 16 Kasım 2011.

Yorum bırakın

Sırpsındığı Savaşı

Edirne’nin batısında Meriç nehri önünde 1364 senesinde haçlı kuvvetlerine karşı Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen savaş. Osmanlı kuvvetlerinin Trakya ve Balkanlarda hızla ilerliyerek bir çok yerleri fethetmesi, buralarda Türk göçmenlerini iskân etmesi, Avrupa devletlerini endişeye düşürdü. Filibe şehrinin fethini müteakip Rum kumandanı kaçıp Sırbistan’a giderek kral beşinci Uroş’a sığındı ve onu Osmanlılar aleyhine hareket etmeye sevketti. Rum kumandanı, Sırp kralı Uroş’a; “Osmanlıların asker ve ahâlî olarak sayılarının azlığından bahisle sür’atle hareket edilirse, onları Rumeli’den atmanın mümkün olacağını, fakat vakit geçirilirse çok daha vahim durumların ortaya çıkacağını bildirdi.

Sırp kralı Uroş bu malûmat üzerine harekete geçmeye karar verdi. Papa beşinci Urban’ın teşvikiyle de Macarlar başta olmak üzere Bulgarlar, Ulahlar ve Bosnalılar kendisine yardıma geldiler. Macar kralı Layoş bizzat kuvvetlerinin başında bulunuyordu. Tahminen yetmiş bin kişilik haçlı ordusu hızla ilerleyip Meriç vadisinde Çirmen kasabası civarında karargâh kurdular. Edirne’ye bir kaç kilometrelik bir mesafe kalmıştı.

Bu sırada sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr Bursa’da bulunuyor ve Anadolu’da sulhu sağlamaya çalışıyordu. Edirne’de bulunan beylerbeyi yâni ordu kumandanı Lala Şahin Paşa, bu tehlikeli hâli Pâdişâh’a bildirmekle beraber, diğer taraftan bir keşif kuvvetini düşmana karşı göndererek müttefiklerin vaziyetini öğrenmek istedi, öncü kuvvetleri komutanı Hacı İlbeyi haçlılara ancak Meriç nehrini geçtikleri sırada yetişebildi. Haçlı kuvvetlerinin kendilerine mukabele edilmediği için ihtiyatsız hareket ettiklerini ve eğlenceye dalıp, sarhoş olduklarını gören Hacı İlbeyi, yanındaki on bin kişiyi üç kola ayırdı ve gece yarısı yaptığı âni bir baskınla bunları şaşırtarak müthiş bir paniğe uğrattı. Perişan bir hâlde dağılan düşmanın büyük kısmı kılıçtan geçirilirken, bir kısmı da Meriç nehrinde boğuldu.

Öte yandan sultan Murâd Han, müttefiklerin Edirne üzerine geldiklerini haber alınca hemen kuvvetlerini toplayıp harekete geçti. Ancak dönüşte Katalanların elinde bulunup, kendilerini tehdîd edebilecek olan Biga’yı karadan ve denizden kuşattığı sırada zafer haberini aldı. Buna rağmen Biga muhasarasını kaldırmayan sultan Murâd Han, burasını fethettikten sonra Bursa’ya, döndü.

Macar kralı Layoş (Lüdvig) bin müşkilâtla ölümden zor kurtuldu ve şükran eseri olarak memleketine dönünce, bir kilise yaptırdı.

Çirmen kasabası yakınında olduğu için Çirmen muhârebesi de denilen bu savaşa, müttefiklerin büyük bir bölümünü meydana getiren Sırpların kırılması dolayısıyla, Osmanlı târihlerinde Sırpsındığı adı verilmiştir.

Büyük Osmanlı kumandanı Hacı İlbeyi’nin dâhiyane taktiği neticesinde elde edilen muvaffakiyet, Türklerin Rumeli’de sür’atle ilerlemelerine vesile oldu.

Sultan Murâd Han, Sırpsındığı muzafferiyetinin şükrânesi olarak Bilecik’te bir câmi, Yenişehir’de bir imâret ve Gâzi erenlerden Postin Puş Baba’ya bir tekke, Bursa hisarında bir câmi, Çekirge’de bir imâret, medrese ile kaplıca ve han yaptırmıştır.

Balkanların kuzeyinde faaliyette bulunan Osmanlı kuvvetleri ile Sırp ordusu arasında 1372 yılında Çirmen mevkiinde ikinci bir harp vuku buldu. Bu ikinci Çirmen harbine bâzı târihlerde Sırpsındığı denilmekte ve bu iki savaş birbirine karıştırılmaktadır. Sırp kralı Vukaşin ile kardeşlerinin maktul düştüğü bu muhârebe sonunda, Makedonya ticâret yolları Osmanlılara açılmıştır.

,

Yorum bırakın

Bir zamanlar OSMANLIYDIK!

Bir zamanlar OSMANLIYDIK!

Faziletliydik:

Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık.
Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de
küçümsemezdik.

Dürüsttük:
Bir zamanlar Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde şu mealde bir
tavsiye levhası asılıydı: “Türklerle alışveriş et, yanılmazsın.


İtibarlıydık:
Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası’nın toplantılarında oylar eşit
çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun
dediği olurdu.
Temizdik:
Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa’ya
tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsığil, yere tükürmedikleri için
atalarımızı şöyle eleştiriyor: “Türkler hiç bir zaman yere tükürmezler.
Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet
olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.


Çevreciydik:
Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır,
göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları
yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.
Harama el sürmezdik:
Fransız muellif Motray, 1700’lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: “Türk
dükkânlarında hiç bir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir
şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar,
hatta bir kaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.


Medeni idik:
İngiliz sefiri Sor James Porter ise, 1740’ların Türkiye’si için şunları
söylüyor: “Gerek Istanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde
hüküm süren emniyet ve asayiş, hiç bir tereddüde imkân bırakmayacak
şekilde isbat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.

Dosdoğruyduk:
Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor:
“Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar,
Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok
defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”
Hırsızlık nedir bilmezdik:
Fransız muellif Dr. Brayer,1830’ların Istanbul’unu getiriyor önümüze:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla
umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı Istanbul’da her sene azamı
beş-altı hırsızlık vak’ası görülür.” Ubicini Dr. Brayer’i şöyle
doğruluyor: “Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde
dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı
basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile
olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık
ve cinayet vak’aları olmadan gün geçmez.”
Naziktik:
Edmondo de Amicis isimli Italyan gezgini, yine 1880’lerin “biz” ini
anlatıyor bize: “Istanbul Türk halkı Avrupa’nın en nazik ve en kibar
insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O
kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini
gezebilir,
bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz.


Cihana örnektik:
Türkiye Seyahatnâmesi’yle meşhur Du Loir’un 1650’lerdeki hükmü şöyle:
“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün
cihana örnek olabilecek vaziyettedir.” Şefkatimiz yalnızca insana
yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu. Hayata
karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus’u dinleyelim, bize
1880’lerdeki halimizi anlatsın: “Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları
dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli
sayılır… Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir
evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin
bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.”
(Küçük Asya, c. 9)

Hayırseverdik:
Comte de Marsigli’yi tekrar dinleyelim: “Yazın Istanbul’dan Sofya’ya
giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava
ayran dağıttıklarına şahit oldum.” Aynı muellif, ceddimizin
hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor:
“Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz
fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine
hasretmekle kalmayıp,hayvanlara ve hatta bitkilere bile tesmil ederler.”
Bu tespiti, İslâm ve Türk düşmanı avukat Guer misallendiriyor: “Türk
şefkati hayvanlara bile samildir” dedikten sonra şu örneği zikrediyor:
“Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu
adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar.
Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para
verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür…”
“Kaçık” lığın kaynağını da veriyor adam: “Bir çokları da sırf azad etmek
için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk’e bir gün
yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı
verdi: “Allah’ın rızasını tahsile yarar.”
Galiba geçmişimizden uzaklaşmak bize çok pahalıya patladı. Ne dersiniz ?

Yorum bırakın

Önce lafa baktık, sonra da söyleyene…

Önce lafa baktık, sonra da söyleyene… Aslında laf da boş diğeri de… Millî Görüş’ün ‘Millî’si ile, Milli Piyango’nun ‘milli’si arasındaki farkı dahi kavrayamayan BİR Parti Sözcüsü’ne söylenecek söz ancak şu olur: Bugün varsınız, yarın yoksunuz! Siz Osmanlı’nın ancak İttihat Ve Terakki’si olabilirsiniz!

AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, önceki akşam TRT Haber kanalında katıldığı bir programda Millî Gazete’nin büyük yankı uyandıran ‘Hadi Ordan’ manşetine cevap vermeye çalıştı.

Siyasi duruşlar arasında kalın çizgiler var

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin 4. Olağan Kongresi’ndeki konuşmasında Menderes ve Özal’la birlikte Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın da yolunda olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Millî Gazete, ‘Hadi Ordan!’ manşeti ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın sergiledikleri siyasi duruş ve olaylara bakışı arasındaki farklılığı kalın çizgilerle gözler önüne sermişti.

Milli Gazete ‘Hadi ordan’ manşetinde, Başbakan Erdoğan’ın iktidar olduğu dönemdeki icraatlarını masaya yatırarak bunların ne kadar ‘gayri milli’ olduğunu ortaya koydu.
‘Hadi Ordan’ manşeti kamuoyunda büyük yankı yaptı.

Hüseyin Çelik’e bu manşet soruldu.

Hüseyin Çelik’in Milli Gazete’nin ‘Hadi Oradan’ manşetine cevap vermeye çalışırken, “Osmanlı da başka beyliklerin biraraya getirilmesiyle kurulmuş, aralarında birçok beyliği barındırmıştır, AKP’nin yapısı da buna benzer.” biçimindeki sözleri komik ve garip olarak değerlendirildi.
Bu camiada bahar bir çiçekle başlar

Demirel’in dizinin dibinden sadece AKP’den milletvekili olabilmek için kalkan ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yolundan geçmemiş sözcü Hüseyin Çelik’e “Hadi Ordan” manşeti gerçekten kazık bir soru oldu. Politik dünyasını hep ‘çokluk hesabı’ üzerine kurmuş bir politikacı acziyetine düşmesi bizi şaşırtmadı. Aldıkları oy oranının büyüklüğünü kendi büyüklüğüyle karıştıran Çelik’e, o koltuklara 7 kez oturup 8 kez giden babaları hatırlatmakta fayda var. Bu camiada, bahar bir çiçekle başlar… “Batıl’da zirve olmaktansa, hak davada zerre olmayı yeğlerim” diyen bu davanın liderinin yolunda olmak demagoji değil, yiğitlik ister.
Hüseyin Çelik’e ekonomi dersleri
Kimin “Millî” olduğunun sırrı ekonomide…

Millî Gazete’nin “Hadi Ordan” manşetine cevap vermeye çalışan Hüseyin Çelik, aldıkları oy oranıyla “millîlik” arasında bağ kurmaya çalıştı. Ancak AKP’nin izlediği neoliberal ekonomi politikalarına bakılınca “millîlik” iddialarının geçersizliği görülüyor. AKP iktidarı döneminde yapılan ve ekonomik mantıktan ziyade “babalar gibi satmak” fikrine dayanan özelleştirmeler, AKP’nin ne ölçüde “millî” olduğunun kanıtı olarak ortada duruyor. AKP döneminde yapılan 35 milyar dolar tutarındaki özelleştirme, Türkiye’nin bir senelik faiz ödemesi olan 50 milyar liradan biraz fazla sadece.
Hortumu azınlığın cebine tutuyorlar

Öte yandan faize her sene ortalama 50 milyar lira ödeyen hükümet, “hortumları kestik” demesine rağmen bankaların kârlarına kâr kattı. Son 5 senede faize 290 milyar lira ödendi ve bankaların aynı dönemdeki kazançları 100 milyar lira oldu. “Dışarıdan alıyoruz” gerekçesinin arkasına sığınılarak doğalgaza, elektriğe yapılan insafsız zamlarla vatandaş, daha da fakirleşirken, “milyonerler”in sayısı her sene artıyor. Halkın büyük bölümü kredi ve kredi kartlarına bağımlı ve muhtaç durumdayken, küçük bir azınlık zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyor.
Hüseyin Çelik’e Osmanlı dersleri

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı hiçbir zaman Haçlılarla ittifak yapmadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı, hiçbir zaman İsrail’in müttefiki olmadı. Önüne konan çil çil altınlara rağmen, parayla toprak satmadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı, hiçbir zaman Amerika ile stratejik ortak olmadı; hiçbir zaman Batı’dan medet ummadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı hiçbir zaman 1 Mart tezkeresini imzalayıp, limanları ve haavalanlarını ABD uçaklarına açıp Irak’ta olduğu gibi bir komşu müslüman ülkede 1.5 milyon Müslümanın katledilmesine yardım etmedi. Hatta, sadece Müslümanların değil, mazlum hiçbir halkın karşısında zalimin yanında saf tutmadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı 1911 yılında Libya’ya, İslam topraklarını korumak için girmiş, Trablusgarp savaşını yapmıştı. Tam 100 yıl sonra 2011 yılında aynı Libya’ya, AKP NATO gemileriyle, Haçlı askerleriyle girdi.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı dini değerler aşağılandığında, Hz. Peygambere hakaret edildiğinde milletin gazını almadı.

AKP Osmanlı olamaz… Avrupa’da dans edildiğinde Osmanlı padişahı bir mektupla ahlâksızlık diye o dansı yasaklattı. Siz AB uyum yasalarını hazırlayıp lezbiyenler, gayler ve eşcinsellerin dernek kurmasını sağladınız!

AKP Osmanlı olamaz… Osmanlı asla fuhşu, zinayı yasallaştırmadı, serbest bırakmadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı Avrupa’ya teslim olmak için değil, teslim almak için gitti. AB Bakanlığı kurup Avrupa Birliği’ne girmek için değil, İslam Birliği’ni kurmak için çalıştı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı, düşmanını İslam coğrafyasında aramadı.

AKP Osmanlı olamaz… Çünkü Osmanlı kıtalara İslam’ı taşıdı. Siz Mısır’da, Tunus’ta laiklik tavsiyesinde bulundunuz.

Hüseyin Çelik’in tarihi bir yanılgısı da şudur. Osmanlı beyliklerin içinde en küçüğüydü. Lakin kendisini büyük gören nice beylik, o Osmanlı karşısında hezimete uğradı. Ve yine küçümsenen o beylik, 600 yıl huzur ve adalet ile yönetilen Yeni Bir Dünya’nın kurucusu oldu.

Osmanlı olan Erbakan… Bugün varsınız, oyunuzun yüzdesiyle konuşuyorsunuz ve “Bölmeyin” diyorsunuz, tıpkı bir zamanlar Demirel’in “Bölmeyin” dediği gibi… Ama yarın olmayacaksınız. Çünkü kendisine rol biçilenlerin, modellerin yarını olmaz! Demirel’lerin değil, Erbakan’ların yarını olur! Zira bu millet Batıcılığı mutlaka bir zaman sonra kusmuş, belli bir süre sonra yok etmiştir…

Siz olsanız olsanız Osmanlı’nın son döneminde yıkımı hızlandıran, İsrail kuruluş sürecini başlatan, Osmanlı’nın içerisindeki İTTİHAT VE TERAKKİ olabilirsiniz…

http://www.milligazete.com.tr/haber/al-sana-osmanli-252308.htm

Yorum bırakın

Fes bir zamanlar modaydı

Kısa bir süre önce Rusya’da ortaya çıkan Turetski Peterburg (Türk Petersburg) adlı kitap büyük ilgi görüyor.

Ünlü Rus yazar Dimitri Şerih tarafından yazılan kitap, Rusya’nın eski başkentindeki Türk izlerini gözler önüne seriyor.
St. Petersburg’da faaliyet gösteren Rus-Türk Kültür Merkezi’nin de katkıları ile hazırlanan kitap, eski Rus başkentinde yıllar boyunca var olan ancak, henüz çoğu kişinin farkına bile varmadığı Osmanlı-Türk izlerini inceliyor.

Kitapta, iki ülke tarihinde uzun dönemler boyunca devam eden savaşların, aynı zamanda iki ülke toplumunu nasıl birbirine yaklaştırdığı vurgulanıyor. Ayrıca, ilk Türk kadın diplomatın nerde doğduğu, Türk kıyafetlerinin bir dönem Rusya saraylarında nasıl moda haline geldiği, Çarlık sarayın bahçesinde bulunan Türk hamamın neden minareli yapıldığı da kitapta cevabını bulan konular arasında.

TÜRK FESİ ST. PETERSBURG’DA MODA OLDU
Kitapla ilgili Vedomosti gazetesine açıklamada bulunan Rus yazar Şerih, Rus-Türk savaşlarının iki ülke arasındaki yakınlaşmada katalizör rol oynadığını iddia etti. İki ülke arasında savaş ilan edildikten sonra, Rus gazetelerinde Türk sultanlarının, generallerinin portrelerinin ve Türkiye’deki insan yaşamının etraflıca ele alındığını ifade eden Şerih, böylece Rus halkının Türkleri daha da yakından tanıdığını dile getirdi. Şerih “Savaş sonunda geleneksel kıyafetleriyle saraya gelen Osmanlı büyükelçileri bazen modayı bile belirliyordu. Türk fesi St. Petersburg’da moda oldu. Sokakta vatandaşlar Türk fesi ile dolaşmaya başladı. Osmanlı büyükelçileri de bu vesile ile ilk kez oldukça popüler oldu.” şeklinde konuştu.

TÜRK HAMAMINA NEDEN MİNARE KONDU?
Çarlık Sarayı Tsarkoe Selo’nun bahçesinde bulunan Türk hamamının neden minareli olduğuna dair literatürde birçok farklı açıklamanın bulunduğunu ifade eden Rus yazar, “Bu açıklamalarda en ünlüsü, savaş zamanı Türklerin ele geçirdikleri Ortodoks Kiliselerini hamama çevirdikleri ve buna cevaben böyle bir yapı inşa edildiğine dair. Ancak gerçek böyle değil. Yaptığım araştırmalardan bir tek sonuç ortaya çıkıyor. O da mimar Mongetti’nin bir yanlışa kurban gittiği. Onu da kitaptan öğrenebilirsiniz.” diyor. Kitapta ise mimarin havalandırma için hamamların kubbelerinde yükseltilen kısmı, minarelerle karıştırdığı ifade ediliyor.

Kitapla ilgili açıklamada bulunan St. Petersburg Rus-Türk Kültür Merkezi Genel Müdürü Adnan Öztürk, daha önce Türk-Petersburg kitabı dışında da farklı kitap projelerine destek verdiklerini ifade etti. Geçtiğimiz yıllarda “Rus gazeteciler gözüyle İstanbul” adlı bir kitap çalışması ortaya koyduklarını belirten Öztürk, “Rus-Türk Kültür Merkezi olarak tarihi, kültürel ve sanatsal projelere olan desteğimiz devam edecek.” İfadesini kullandı.

Rusya’da kısa bir süre önce satışa sunulan Turetski Peterburg kitabının şimdilik sadece Rusçası yayında. St. Petersburg’daki Türkiye izlerini anlatan 255 sayfalık kitabın önümüzdeki dönemde Türkçeye çevrilmesi için çalışmalar sürüyor.

http://www.habervaktim.com/haber/fes-bir-zamanlar-modaydi-267464.html

, , , ,

Yorum bırakın

90 yıl sonra ortaya çıkan yemin

Mustafa Kemal Paşa’nın, Bandırma Vapuru ile Samsun’a gitmeden bir gün önce İstanbul’da, Kuran-ı Kerim üzerine el basarak yemin ettiği ortaya çıktı. Sultan Vahdettin’in huzurunda yemin eden Mustafa Kemal’in bu yemini 90 yıl sonra ortaya çıkan bir hatıratla gün ışığına çıktı.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in döneminde Bahriye Nazırlığı ve Başyaverlik görevlerinde bulunan Ahmet Avni Paşa’nın kaleme aldığı çarpıcı detaylarla yüklü hatıratı, 90 yıl sonra ortaya çıkarıldı.

Yazar Osman Öndeş’in kaleme aldığı, “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli kitapta yer alan hatıratla, Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine dair karanlıkta kalan birçok nokta aydınlandı. Kitapta yer alan bilgilere göre, Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı, Osmanlı Ordusu’nun dağıtılması sürecini denetleme ve asayiş için görevlendirmeye karar veriyor. Vahdettin, Atatürk’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettiriyor. Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

İşte o yemin

Yemin olayı ise şöyle anlatılıyor: “Sadrazam Paşa, Yaver Paşa padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. ‘Heyet-i Vükelaca tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

Vahdettin’in hayal kırıklığı

Yemin edildikten bir gün sonra, 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Genel Müfettişi vazifesiyle 18 silah arkadaşıyla birlikte Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıkıyor. Kitapta, Bandırma Vapuru’nu hazırlayan kişinin de Avni Paşa olduğu anlatılıyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gidip Kurtuluş Savaşı sürecinin kıvılcımını çaktıktan sonra Vahdettin ve İstanbul’la ilişkileri koparmıştı. Avni Paşa, bu Vahdettin’in ülkeyi terk etmeden önce hem yakın çevresine hem de Mustafa Kemal’e serzenişte bulunduğunu anlatıyor. Avni Paşa, şunları yazıyor: “Anadolu’ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal’in ihtirası ve muvazaası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasında dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkanını göremeyerek, ortalık sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim.”

Ahmed Avni Paşa kimdir?

1878’de Batum’da doğan Ahmed Avni Paşa, 1897 Osmanlı-Yunan, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşları’na katıldı. Son padişah Vahdettin’in başyaverliği görevi ile Bahriye Nazırlığı görevlerini yürüttü. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında 150‘likler listesine dahil edilerek sürgüne gönderildi. Lübnan’ın sahil kasabası Cünye’ye yerleşti ve ölümüne kadar burada yaşadı.

Yorum bırakın

Sultan II. Abdülhamid’in Hazreti Muhammed (SAV) Sevgisi

Birkaç yıl önce Danimarka ve Norveç’in tetiklediği Hz. Peygamberimiz (sav)’e hakaret eden karikatür ve şimdi de aynı aşağılık amaca hizmet eden film… Bu tür hakaretler Osmanlı döneminde de yaşandı.

Bundan 118 yıl önce de, Fransız Henri de Bourneir’in yazdığı “Muhammed” adlı piyes de benzer bir infial meydana getirmişti. O zaman İslam dünyasının siyasi otoritesini Sultan II. Abdulhamit temsil ediyordu. Fransa’nın tanınmış simalarından Bourneir’in Paris tiyatrolarında sahneye koydurmak istediği piyes, Sultan Abdulhamit’in büyük tepkisiyle karşılaştı. Konu, Fransa ve Osmanlı Devleti arasında ciddi bir krize dönüştü. Araştırmacı-yazar Ahmet Uçar, “II Abdülhamit’in Avrupa Sahnelerine Müdahalesi Dünya’ya Konan Ambargo” başlığıyla 1997’de, Tarih ve Medeniyet Dergisi’nin 36. sayısında yayınladığı makalede, belgelerle gelişmeler anlatıldı.

NOTA ÜSTÜNE NOTA

Sözkonusu tiyatro oyununun Fransa, İngiltere ve Amerika’da sahneye konulması bekleniyordu. Piyesle ilgili biletler ve davetiyeler basılmıştı. Hz. Peygamber’i tahkir eden piyesten Bab-ı Ali Hükümeti ve Sultan Abdulhamit derhal haberdar edildi. Osmanlı Dışişleri Bakanlığı ile Osmanlı’nın Paris’teki elçiliği arasında bir dizi yazışma başladı. Yazışmaların başlığı “Hz. Muhammed Aleyhisselatü vesselam hazretlerinin nam-ı kudsiyelerine karşı tertip olunan oyuna dair” şeklindeydi. Yazışmalarda ‘facia-i mahude’ olarak nitelen piyesin oynatılmaması için her türlü girişimin yapılması bildiriliyordu. Hz. Peygamber’in tahkir edilmesi karşısında aslan gibi kükreyen Sultan Abdulhamit, Fransa’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Kont Montebella aracılığıyla Fransa Hükümeti’ne sert uyarılarda bulundu. Paris Büyükelçisi Esad Paşa derhal Fransız Hariciyesi ve Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. Fransa Eğitim Bakanlığı’nın ‘hakaret-name’de bazı değişiklikler yapılması suretiyle sahneye konulması yönündeki teklifi de Abdulhamit’ten red cevabı aldı. Oyun hiçbir şekilde sahneye konmamalıydı. Sultan Abdulhamit, oyunun sahnelenmesi halinde Osmanlı-Fransız ilişkilerinin son bulacağı ültimatomunu Fransız Büyükelçisi Montebello aracılığıyla Fransa Hükümetine bir kez daha bildirdi.

AMERİKA CESARET EDEMEDİ

Osmanlı Devleti ile bozuşmayı göze alamayan Fransa Hükümeti köşeye sıkışmıştı. Konu Fransız Kabinesi’nde tartışıldı. Kabinenin kararı ‘hakaret-name’nin Fransa’da hiçbir tiyatroda sahnelenmemesi yönündeydi.

Fransızların verdiği karar Fransa Sefiri Montebello tarafından 22 Mart 1890’da Osmanlı Dışişlerş Bakanlığı’na bildiriliyordu. Sefir, hükümetinin kararının acilen Sultan Abdulhamit’e iletilmesini rica ediyordu. Sefir, telgrafında “Hazret-i Hünkar’ın Hükümetim tarafından alınan bu kararı, hem kendilerine hem de Osmanlı Hükümeti’ne karşı hükümetimin dostluğuna bir delil olarak değerlendireceğine inanıyorum. Bu karar yeniden başlayacak dostluğumuzun teminatı olur ümidindeyim” diyordu. Fransa ile Osmanlı Devleti arasındaki kriz böylece sona ermişti. Sultan Abdulhamit, Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot’ya bir nişan vererek karardan duyduğu memnuniyeti ifade ediyordu. Ne var ki Mösyö Bornier, ‘hakaretname’sini İngiltere’de sahneye koymak için girişimlerde bulundu. Ancak Abdulhamit’in müdahalesi üzerine İngiltere de oyunu yasakladı. İslam Peygamberi’ne hakaret etmekte ısrar eden Bornier, bu kez de, 1892’de Amerika’yı şovuna alet etmek istedi. Osmanlı’nın Amerika sefiri Mavroyani’nin oyunun sahnelenmemesi için verdiği mücadele de sonuç verdi. Bornier’in ‘hakaret-name’si Amerikan tiyatrolarından da kendine sahne bulamadı.

ÜLTİMATOM KORKUTTU

Sultan Abdulhamit daha önce de Voltaire’nin yazdığı “Muhammed yahut Taassup” adlı piyesinin Fransa’da sahnelenmemesi içinde sert uyarılarda bulunmuştu. Fransızlar oyunu sahneden kaldırmışlar, ancak oyun İngiltere’de oynanmıştı. İngiltere’ye de ültimatom veren Sultan Abdulhamit, oyunun durdurulmaması halinde, Halife sıfatıyla bir beyanname yazarak İslam dünyasının her yerinde yayınlanacağını ve dağıtacağı uyarısında bulundu.

İngiltere’nin sömürgelerinde, başta Hindistan olmak üzere 70-80 milyon Müslüman yaşıyordu. Bu rakamlar Osmanlı Müslümanlarının yedi sekiz katıydı. Abdulhamit’in ültimatomu etkili oldu. Müslüman sömürgelerinde sorun istemeyen İngiltere, ‘hakaretname’yi sahneden kaldırttı.

Dini şov haline getirenleri engelledi

Sultan İkinci Abdulhamit, dini değerlerin rencide edilmesine izin vermezdi. Hollanda’da Osmanlı’yı küçük düşüren “Harem” konulu oyunu durdurduğu gibi, New York’ta halk önünde Mevlevi ayini yapılmasını da engelledi. Amerikalılar, Mısır’dan getirtilen sahte dervişlerin yol parasını karşılayarak ABD’den ayrılmalarını sağladılar.

Abdulhamit, Şikago’da açılan bir fuarda teşkil edilen Osmanlı reyonunda cami maketi yapılması ve ücretli olarak gösterilmesini rencide edici bularak engelledi.

http://www.habervaktim.com/haber/sultan-ii-abdulhamidin-hzmuhammed-sav-sevgisi-263475.html

Yorum bırakın

Mali’de Alimlerin katledilmesi hakında bildiri yayınlandı

Mali’nin kuzeyindeki Timbuktu kentini kontrolü altında bulunduran İslamî Ensar’ud Din Cemaati, bir grup davetçi din adamının önceki gece Mali Güvenlik güçleri tarafından öldürülmesini kınadı.

Cemaat yayınladığı bildiride, davetçilerin, ‘büyük bir soğukkanlılık’ ve ‘eşi görülmemiş bir vahşilikle’ idam edildiği ve ‘suçlu Mali Ordusu’nun gerçeği tüm dünyaya gösterdiği belirtildi.

Bildiride; “Mali Cumhuriyeti’ndeki hain ve vefasız ordunun taburları, Müslümanlardan bir düzine adamı; daha doğrusu yeryüzünde büyüklenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen; yurtlarından Allah yolunda davet için çıkmış davetçileri öldürmeye kalktı. Bu katliam, bu ülkedeki mazlum Müslümanların onlarca senedir ateşiyle dağlandığı suçlar zincirinin bir halkasıdır. İşte aynı şeyi dünyanın gözleri önünde tekrarlıyorlar. Bu, onların övgü ve zaferleri masumların ve mazlumların kalıntıları üzerine inşa etmede süregelen adetleridir. O vefasızları, o kişilerin (davetçilerin) Ensaru’d Din ya da Azavad’daki herhangi silahlı İslami bir cemaatle ilgilerinin olmaması da tatmin etmedi” ifadelerine yer verildi.

Örgüt açıklamasında, din adamlarının öldürülmesinin cahil bir ırkçılık ve din düşmanlığından kaynaklandığı belirtildi. Azavad halkı üzerinde vasilikten bahseden ve haklarını korumada hırslı olduğu iddiasında bulunan kesimlerin ise bu cinayetlere ses çıkarmamaları eleştirildi.

Bundan önce Mali ordusundan yüzlerce esiri karşılıksız serbest bıraktıklarına işaret eden örgüt, ‘Bamako’daki (Mali’nin başkenti) yolsuz rejim güdümlü suçlu grubun çirkin yüzlerinden maske düşmüştür. Artık adalet ve barış sloganları kimseyi kandıramıyor’ dedi.

Bu olayın, savaş davulları çalan ve Mali Ordusu’nu desteklemekten, özgürleştirilen tüm bölgelerin geri nüfuzu altına girmesinin sağlanmasından bahseden herkes için bir ders niteliğinde olduğu vurgulandı.

Örgüt açıklamasında, “ilim ehli ve davet alanında çalışan aktivistler ‘hak’ sözü söylemeli, Allah yolunda hiçbir azarlamacının azarlamasına aldırmamalı, Müslümanların yaralarının, taşımakta oldukları emanetten ayrılamaz bir parça olduğunu idrak etmeliler” dendi.

Bildirinin sonunda, Mali rejiminin etnik çekişmeleri ve cahiliyet davetini canlandırıp buna binaen toplumu parçalamaya çalıştığı belirtilirken, Müslümanlar bu tür çekişmelerden ve bu davetlere icabet etmekten uzak durmaya çağırıldı.

Mali Güvenlik Güçleri, Jabla şehrinde Davet ve Tebliğ Cemaati’nden 16’nın üzerinde davetçiyi öldürmüştü. 12’si Moritanya asıllı olan davetçiler bu ayın 14’ünde Bamako’da düzenlenecek olan bir konferansa katılmak üzere yola çıkmışlardı.

Ensaru’d Din Hareketi’nin Yargı Konseyi, Timbuktu Yargı Konseyi üyesi Abdulaziz bin Muhammed El Hasan imzasıyla yayınladığı bildiride de davetçilerin yolda yakalanarak haksız ve adaletsiz bir şekilde esir edildiklerini, yapılan soruşturmanın ardından da hepsinin idam edildiğini bildirdi.

Bildiride, “Bu, hain ellerin işlediği ilk suç değil. Bu ordunun tarihi kan ve ihanetle doludur. Zira uzun yıllardır vahşi dişleri alimlerin, davetçilerin, ilim talebelerinin ve Allah’ın Salih kullarının kanı ile lekelenmektedir. Ateistlik, komünizm ve küfür üzere kuruluşundan bu yana bu rejim ilim, dürüstlük ve takva ehlini izlemekte ve kendilerine en kötü şekilde muamele etmektedir. Geçen senelerdeki; dine saygısızlık ve takipçilerini hor görme, din düşmanlarına hürmet ve kendilerini onurlandırma ile dolu karanlık tarihi hala hafızalarda yerini korumaktadır. Bu suç; özgürlük, adalet, eşitlik ve bu zamanda sloganı atılan tüm değerlerle övünüp böbürlenenlerin yüzlerinden maskeleri düşürmüştür. Onlar, barbarca terörün en ala uygulayıcıları, insanlar arasında tek suçları Rabbimiz Allah’tır diyen masumların kanına en susamışlarıdır” ifadelerine yer verildi.

“Tüm Müslümanları bu olanları kınamaya ve suçlulara kısas uygulanmasını talep etmeye çağırıyoruz. Bu iğrenç eylemin arkasında kimlerin olduğunu, kimin emri verdiğini, kimin sustuğunu ve onayladığını da biliyoruz.” denilen açıklamada son olarak ‘karşılık verme’ ve ‘kısas uygulama’ hakkının uygun yer ve zamanda gerçekleştirilmek üzere saklı olduğu da ifade edilerek savunmasız insanların haklarının ‘zaman aşımı’ ile ortadan kalkmayacağı belirtildi.

Pressmedya
http://www.vahdethaber.com/haber/12795-alimlerin-katledilmesi-hakinda-bildiri-yayinlandi.html

Yorum bırakın

Enerji Bakanı Abdülhamit’in petrol haritasını doğruladı

Haritada yapılan incelemede, bugün bilinen sahaların bir çoğunun bir asır önce tesbit edildiği anlaşıldı. Bakan Yıldız: “En çok merak ettiğim konuydu, araştırdık. Bugün bilinen sahaların çoğu orada görülüyor.”

Habertürk yayınına konuk olan Bakan Yıldız soruları cevapladı.

İkinci Abdülhamit’in 100 yıl önce hazırlattığı harita gerçek mi?
Bakanlık koltuğuna oturduğumda en çok merak ettiğim şeylerden biri de ikinci Abdülhamit’in petrol haritalarıydı. Musul ve Bağdat’ı içine alan daire içerisinde yaptırılan belli bilimselliği olan bir harita. Bugün bilinen sahaların pek çoğu bu haritada görülüyor. 100 yıl önce hazırlanan bu harita geçerliliğini koruyor. Bu harita şu anda Batman ve Adıyaman gibi petrol aradığımız yerleri de içeriyor.

O BİR EFSANE

Güneydoğu’da yüksek rezervli petrol bulunduğu, Türkler kullanmasın diye betonlandığı iddiasına ne diyeceksiniz?

Son 10 yılda petrol arama faaliyetlerimizi 13 katına bütçeyi de yıllık 1.1 milyar dolara çıkardık. Bu sözün efsanevi tarafları var. Petrol kuyucularının çevrelerinin korunmak amacıyla kapatılması kanuni bir zorunluluktu. Petrol fiyatı artınca da kuyular açılabilir. Buna yabancılar Türkler kullanmasın diye kapattı demek doğru değil.

Yorum bırakın

İşte Atatürk olmasaydı ne olurdu en basit örnekleri

1- ”Devletin dini Islam’dır!” maddesinin anayasadan kaldırılmasının;
2- Allah kanunlarını ve Kur’an hükümlerini kaldırmanın;
3- Şeriat’ı ve Şer’iyye Vekâleti’ni lağvetmenin;
4- Hilâfet’i kaldırıp, Ümmet-i Muhammed’i Halife’siz bırakmanın;
5- Mahkemelerden, ailelerden ve mekteplerden Kur’an’ı ve Kur’an hükümlerini kaldırmanın;…
6- Cuma günkü tatili kaldırıp milyonlarca müslümanın Cuma’ya gitmesine engel olmanın;
7- Medrese ve tekkeleri kapatıp, Ümmet-i Muhammed’in ilim ve feyz almalarına mani olmanın;
8- Kur’an harflerini kaldırıp yerine latin harflerini getirmenin;
9- Mekteplerden din derslerini kaldırmanın;
10- Islam takvimini kaldırıp, yerine Islamî olmayan miladî takvimi kabul etmenin;
11- Kılık-kıyafeti değiştirmenin;
12- Kadınların ve kızların namusundan ibaret olan başörtülerine el uzatmanın;
13- Kâfir şapkasını giymenin;
14- Halk evlerini açmanın, diskotek ve dans evlerine müsaade etmenin;
15- 19 Mayıs’larda gelinlik kızları soyup soğana çevirerek mayısa bulaştırmanın;
16- Meyhaneler açıp şarap içmeyi, fuhuş yuvalarında zina etmeyi, faiz alıp-vermeyi
serbest saymanın
17- Allah’a mahsus olan hâkimiyyet hakkını, kanun koyma yetkisini millete tanıyıp, milleti putlaştırmanın;
18- Putlar önünde divan durup, saygı duruşu yapmanın;
19- Devleti dinden, dini devletten ayırıp, dini devletsiz, devleti de dinsiz bırakmanın;
20- Elhasıl küfrün ve kâfirleşmenin, putun ve putperestliğin temellerinin atıldığı günlerdir.

İşte;

Mustafa Kemal’in getirdiği inkilaplar, devrimler ve devirmeler bunlardır.

Ve işte,

Kemalistlerin, övmekle bitiremedikleri devrimler bunlardır…

1 Yorum

Atatürk, Amerika’nın Türkiye’yi demir ağlarla örmesini istemişti

1923 yılının 9 Nisan’ında TBMM’nin Chester adlı bir ABD şirketine, bugün hayal bile edemeyeceğimiz genişlikte bir imtiyaz (ayrıcalık) kanunu çıkardığını biliyor muydunuz? Sonu başından daha çarpıcı olan bu olayın resmi tarihe yıllardır ecel terleri döktürdüğünü biliyoruz.

Ah o resmi tarih ideolojisi! Neleri altüst etmemiş ki! İşte sol kesimden bir iktisatçı, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın 1974 tarihli “Türkiye’de Devletçilik” adlı kitabından birkaç cümle:

“1930’lara kadar Türk hükümetleri, siyasî kadroları ve Türk burjuvazisi, emperyalizmle mevcut ekonomik bağları koparmayı değil, bizzat ortak olarak yabancı sermayeyle uzlaşmayı ve işbirliğini hedef almışlardı” (s. 47).

Demek ki, 1920’li yıllarda Türk hükümetleri ve siyasi kadroları ile yeni yeni palazlanan burjuvazimiz emperyalizmle ortaklığı ve uzlaşmayı hedeflemiş. Boratav, sözü 1923 tarihli Chester imtiyaz kanununa getiriyor:

“Yeraltı kaynaklarımızın önemli bir kısmını, yüz yıl için Amerikan sermayesine teslim eden bir imtiyaz sözleşmesinin [Meclis’te] iktisadî bir zafer olarak gösterilmesi düşündürücüdür.”

Yine demek ki, Lozan görüşmeleri devam ederken ülkemizin yeraltı kaynaklarının önemli bir kısmını Amerikalı bir gruba teslim etmişiz. Bu kanunu Meclis’in şan ve şerefine ilave edilmiş bir başarı olarak görenlerin sözleri tutanaklara dahi yansımıştır.

İyi de bu kanun çıkmışsa ve ülkemizin yeraltı madenleri kendilerine altın bir tepsiyle sunulmuşsa “emperyalist” Amerika bunu neden elinin tersiyle itmiş ve ‘Iıh, almayayım’ demiştir? Resmi tarihe bakarsanız Türkiye’yi yönetenlerin bir taktiği, daha doğrusu emperyalizme oynadıkları bir oyundur bu. Bir Amerikan şirketine verilen yasal ayrıcalık sayesinde Lozan’da “emperyalistleri” dize getireceklerini ummuşlar, buna gerek kalmayınca gözden düşmüştür!

Bunlar masal anlatmaya iyi alışmışlar anlaşılan. Yahu kanun çıkartıyorsunuz Meclis’ten, çocuk oyuncağı değil ki bu. Sonra bunu gözden düşüren biz değiliz ki, ABD. Gelip konsalardı güzergâha, 30 yıldan önce çıkartamayacaktık. Hem ciddi bir devlet oyun olsun diye kanun çıkartır mı? Hep söylüyorum: İnkılap tarihçiliği bizde gerçeğin üzerini açmak için değil, örtmek için vardır. Chester imtiyazında da aynı kafanın devrede olmasına şaşmalı mıyız? Chester imtiyazı hakkında en geniş kapsamlı çalışma olan Bilmez Bülent Can’ın “Demiryolundan Petrole Chester Projesi” (2000) meselenin bam telini yakalamamız açısından ipuçlarıyla dolu emsal niteliğinde bir eser. Tarihe yeni yaklaşımları Chester örneğine başarıyla eklemleyen kitapta Boratav’ın söylediklerinin bir adım ilerisine gidilerek tespit edilen şey gerçekten sarsıcıdır: Buna göre Türkiye’nin bir ulus-devlet olarak kurulması, aslında emperyalizmin geldiği yeni noktaya bir eldiven gibi uymaktadır:

“Kemalistler belli bir emperyalist devletin ordularına karşı ciddi bir fiili “kurtuluş” savaşı vermediği gibi, emperyalistlerin oyununa gelmiş Yunanlılarla arasındaki savaşta birçok emperyalist devleti yanına almıştı. Batı’ya yapılan pazarlıklar ise sadece Birinci Dünya Savaşı sonrasında dayatılmak istenen koşulların düzeltilmesi pazarlığıdır.” (s. 190).

Buna göre Türkiye’nin ‘başarısı’, Mondros sınırlarını esas kabul edip bunun içinden bir Milli Misak’la yeni bir devlet kurmak üzerinde odaklanmasından ve 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin sorumluluğunu sorgu sual etmeden kabul etmesinden ileri gelir. Mondros Mütarekesi öncesi sınırlar asla müzakere konusu edilmediği içindir ki, Lozan’da anlaşmaya nispeten kolay varılmış, tek problem olan Musul meselesi ortadan kalktığında İngilizlerin yeni dünya düzenlerini kurmalarının önündeki engeller kalkmıştır.

Chester imtiyazıyla ilgili söyledikleri de yabana atılacak gibi değil. Can’a göre 1923’ün 9 Nisan’ında Meclis’te 185 oyla kabul edilen, Chester grubuna Anadolu’nun geleceğini emanet eden imtiyaz kanunu, Lozan’da İngilizlere oynanan bir oyun değil, ülkemizde gözü olmadığı söylenen bir başka emperyalist devlete tanınan bir ayrıcalıktı. Nitekim Mustafa Kemal’in 27 Eylül 1922’de bir yabancı gazeteciye “ülkemizde siyasi tutkulara sahip olmadıkça Amerikalıların Türkiye’deki petrol alanlarını işletmesine karşı olmadığını” belirtmesi, bir yıl önce de Musul petrollerinin “insanlığın ortak yararı uğrunda serbestçe işletilmesi” gerektiğini söylemesi manidardır. Bu sözlerinden Mustafa Kemal’in epeyce “küreselleşmeci” olduğu bile söylenebilir!

Peki Chester projesi neydi?

1- Ülkemize tarım makinaları ve aletleri getirerek ziraati geliştirecek,

2- Anadolu’da 4.400 km uzunluğunda bir demiryolu inşa edecek, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında 3 liman yapacak, karşılığında hatlar ile iki yanında 20’şer km’lik şerit içindeki çıkmış ve çıkacak bütün maden (petrol) kaynaklarını 99 yıllığına işletme hakkına sahip olacak,

3- Şirket her türlü gelir vergisinden muaf tutulacak,

4- Hatların geçeceği arazi ücretsiz olarak şirketin kullanımına verilecek, orman, taş ve kum ocakları ile akarsulardan yararlanabilecek, isterse elektrik enerjisi üretebilecek, telgraf hatları döşeyecek,

5- Ankara şehri inşa edilecek vs.

Yeraltı kaynaklarımızın neredeyse tamamını bir ABD şirketinin avucuna koyan bu kanunun “kurtuluş” savaşından çıkan bir ülkede verildiğine insanın inanası gelmiyor ama vakıa bu. Üstelik 1923 Temmuz’unda Mustafa Kemal’in bir yabancı gazeteciye verdiği mülakatta söylediklerini ne yapacağız?

“Biz Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz, çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. Zengin ve çeşitli milli kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Kalkınmamızda Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız” (s. 278).

Şimdi 1923 demeçlerinden yola çıkarak Mustafa Kemal Paşa’nın “Amerikancı” olduğunu savunan bir akım çıkarsa şaşmayınız!

Öte yandan Hüseyin Yusuf adlı bir zat 1923’te bu proje gerçekleşirse ülkenin ABD tarafından “demir çembere alınacağı” tehlikesine dikkat çekmişti. Belki de ABD kabul etseydi “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” marşını başka türlü söylerdik, kim bilir!

Yazıya Prof. Boratav’la başlamıştık, yine onunla bitirelim: “Lozan Andlaşması’nda emperyalizme verilen tavizler (…) ortaya öyle bir tablo koymaktadır ki, bu tablodan siyasî iktidarın emperyalizme ve onun yerli ortaklarına kesinlikle teslim olduğu sonucunu çıkarmak pek de güç olmayacaktır” (s. 373).

Mustafa ARMAĞAN, ZAMAN (09 Eylül 2012)

Yorum bırakın